28 Kasım 2023 Salı

Kapışanlar ve Kapıştıranlar

  

Ne tavşanın kaçacağı vardı aslında ne de tazının kovalayacağı.  Kapıştıranlar olmasaydı!  İşine öyle geldiğinden birine “kaç” öbürüne “tut” diyenler çıkmasaydı! Ki tarihtekilere kadar çoğu kapışmanın kıvılcımı oltanın ucundaki zokaya benzeyen bu sözler ile parlamış olmalı.  

Her ne kadar zoka yutmak balıklara, yutturmak da balık avlayanlara yakıştırılsa da aslında en çok insanlar gelmiş zokalara. Zayıflatılmak istenenlere avcı,  kendinden yana çekilmek istenenlere de av rolü biçilerek. Avcı rolündekine “tut”, av rolündekine “kaç” denilmiş. Tavşanla tazıya denildiğince. Av olmak istemeyen tavşanların sığındığı yer çoklukla kendine “kaç” diyenlerin kanatları altı olmuş.

Ortak paydalar birebir benzeşmek anlamına gelmez. Diyelim ki insan olmak paydasında buluşanlar. Kimi insan tazı ruhludur, kimisi tavşan. Kimisi de onlara rol biçen. Böylesi rol belirleyiciler ortalığın altını üstüne getirip, tozu dumana kattıktan sonra bir kenara çekilip kapışmayı izler. Sütten çıkmış kaşık kesilip, yazdığı senaryoyu seyre koyulur. Kapışmak, kapışanları zayıflatır tek.  Kapışanlar yara bere içinde kalırken seyirci koltuğundakine bir şey olmaz. Çünkü öyleleri çetin kış gününde bir küçücük kuşun başına gelenleri bilir.  

 

Her yanın buz kestiği çetin bir kış günü, kanatlarını çırpacak hali kalmamış küçük bir kuş soğuktan donmak üzere iken az önce oradan geçen bir geyiğin tersine düşer. Donmak üzere olan kuş, pisliğin sıcaklığı ile ısınıp, kendine gelir. Geyik tersindeki taneleri yutar, kursağı dolar. Kuş canlanınca başlar cıvıldamaya.  Aç bir tilki kuşu duyup,  sese yönelir. Taze geyik tersine düşmeseydi donup ölecek olan kuş, içine düştüğü pisliğin sıcaklığında dirilip tam kurtulmuşken tilkiye av olur.  Üstelik avcıya da yerini kendisi haber vermiştir.

 

Öykü, kuşun tilkiye av olması ile bitmez.  Devamında kuşun içine düştüğü pislik, o pislikte can bulması ile ötmeye başlayıp, yerini belli etmesi sorgulanarak okuyanlara bu hikâyeden çıkarılabilecek dersler şıklar halinde sunulur. Unutmayıp, aklımda kalmış şıklardan biri kelimesi kelimesine elbette aynı olamayacak olsa da “sırası gelir çekilemez görünen içinde bulunduğunuz ortam sizin için diğer ortamlara kıyasla en sağlam zemin olabilir. O zaman her yan sağlam zemine dönene kadar buna sessizce katlanmalısınız”, diğeri de “tam düze çıktığınızı sandığınız an aslında batağa saplandığınız an olabilir” idi.  

 

Vahşi yaşamda,  etrafta avcılar da dolanıyorsa av olmamak için susmak en doğrusudur, malum. Ancak susmak insanlar için her zaman geçerli doğru bulunmamış olacak ki Fuzuli susulmayıp söylenmesi gereken söylense de bunlara kulak tıkanmasının iç yakıcı olduğunu sitemle anlatmış, kaç yüz yıl önceden; “sussam gönül razı değil, söylesem faydası yok” diyerek. Fuzuli, kayıtsız kalamadıklarını dillendirse de dillendirdiklerine kulak vermesi gerekenlerin kayıtsız kaldığı gerçeğini böyle anlatmış.

 

Fuzuli gibi gözünün gördüğüne dili suskun kalamayanlar dışında gözüne kestirdiklerini birbirine kırdıranlar da olmuş her zaman. Karda yürüyüp iz bırakmayanlar, her taşın altından çıkıp da hiçbir taşın başına varmamış gözükmüş yine de.  “Kaç” yahut “tut” diyenler hep onlar olurken kimse onlara ne “kaç” demiş ne de “tut” diyebilmiş. Anonim bir deyişimiz sanki böyleleri için söylenmiş; “kurt ile birlikte avlar, çobanla birlikte yer, sahibiyle birlikte yas tutar”.

Belli ki herkesin bir rol üstlendiği yaşam içinde kimileri de rol biçici olmak derdinde. Onlar oyuna film çekimlerindeki gibi “motor” diyerek başlamıyor; “kaç” ya da “tut” diyor mesela. Yedikleri kuzunun suçunu yırtıcılara atıp sonra da kuzunun ardından sahibi ile birlikte bir güzel dertleniyorlar diyelim ki. 


Her oyunun kurucusu olmak peşindekiler birilerini bir diğerleri ile kapıştırmaktan fırsat bulamadıklarından olacak oyunun sonunda satranç tahtasındaki tüm taşların aynı kutuya doldurulacağını akıllarına getirmiyor bir türlü.

(Her hakkı saklıdır)

Ayşei Yasemin YÜKSEL, 15 - 18.11.2023, 09:07

Paylaş :

 "Pencere Yanı Koltuklarda"


Keyifli okumalar dilerim;

http://www.cesmeninsesi.com/yazarlar/aysei-yasemin-yuksel/pencere-yani-koltuklarda/394/

(Her hakkı saklıdır)
Ayşei Yasemin YÜKSEL, 28.11.2023
Paylaş :

25 Kasım 2023 Cumartesi

İNTİHAL -FİKİR AŞIRMACILIĞI- ÜZERİNE ÖNEMLİ DUYURU!

 

Tümden, sırf kendi fikrim, yeteneğim, beyinsel emeğimin sonucu birçok daldaki yazılarım ve çektiğim kareler ile dopdolu senelerin uğraşı, dirsek çürümüşlüğü, göz nuru, vakit harcaması olan bu blogum, yalnızca kültür, edebiyat,  bilgi, erdem için yayındadır. Fikir aşırıcılarının reklamlardan dizilere, kitap konusuna kadar  yağmalaması için değil!

 

5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu'na göre intihal yani fikir aşırmacılığı cezai yaptırımlara bağlanmıştır.  5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun 71 inci maddesinin 3 üncü bendi “Bir eserden kaynak göstermeksizin iktibasta bulunan kişi altı aydan iki yıla kadar hapis veya adlî para cezasıyla cezalandırılır” hükmüne amirdir. Aynı maddenin 5 inci bendinde “Bir eserle ilgili olarak yetersiz, yanlış veya aldatıcı mahiyette kaynak gösteren kişi, altı aya kadar hapis cezası ile cezalandırılacağına” hükmedilmektedir.

 

Bloguma okuyucu  gibi girip gezinen ancak gezintilerinin amacını fikir aşırmasına yani intihale kadar vardırabilenler yani fikir hırsızlığı yapanlar suç işlemektedir. Bu emeğe saygısızlıktır. Kendilerine de fena saygısızlıktır. Yeterli olunmayan bir işe kol sıvayıp yeterli görünmek için  gerçek anlamda yeterli bulunanların emeklerini i edip, kendininmiş gibi gösterme  insanlık ve erdem dışı tutumudur.

 

Böylesi -yağmacılık dense doğru olur mu bilemeyeceğim; ama görünen apaçık odur- intihal suçları için acele edilmeyip, önce gözlemlenerek de olsa sonunda vakti gelince mutlak gereği mutlak yapılır.

 

Öykü, deneme, köşe,  gezi gibi çeşitli dallarda yazılarımdan oluşan blogumu sırf kültür ve okumak amaçlı ziyaretler elbette olması gereken ve beklenendir. Ancak iş intihale uzanırsa bu konu ile ilgili olarak kanuni süreçleri başlatacak ilgili kuruluşlar olduğunu hatırlatma gereğini duydum çok yazık ki.

 

Herkes ihtiyaç duyduğu fikri, konuyu, öykü ağını ya kendi üretsin ya da üretemiyorsa blog yahut müzik gibi yapıtlardan güya "esinlenme" adı altında apaçık intihal hissi uyandıran alımlar yapacağına fikri üretebilenlere doğrudan başvurup yardım isterse en doğrusu ve etik olanını yapmış olur. Böylece başkalarına ait öykülerin, fikirlerin, anıların altına kendi üretimi bir öykü, fikir, müzik sunuyormuşçasına kendi imzasını atmaz. Etik dışı olmak, çürümektir. Çürümek,  yanındaki her şeyi çürütmeye yol alır. Nemalanmak değil, üretmek ve üretene saygı duyup, hakkını gözetmek aslolandır.

 

Etik yani ahlak, yasa,  erdem, insanlık bunu emreder ve olması gereken budur!

 

Blogum, yalnızca kültürü, akılcılığı, birikimi, tarihten, felsefeden, doğadan, toprak ile uğraşmaktan,  güzel ve doğru olan her şeye bir kapı olmayı amaçladığım ve çalışmalarım da bu yönde olduğundan yalnızca bunları önemseyenlerin ya da öğrenmek isteyenlerin okuma alanı olmayı öncelikleyip, asla gezinti sonrası ruhları beslemek dışında intihalcileri beslemek için bir araç, kapı, bilgi ve birikim deposu değildir.

 

Herkesin bu konuda duyarlı olacağını bekleyerek.

(Her hakkı saklıdır)

Ayşei Yasemin YÜKSEL, 25.12.2023


Paylaş :

22 Kasım 2023 Çarşamba

Yalnızca 57 Yıl

 

Bir elli yedi yıl ki seksen dört yıl sonrasında dahi unutulmak şöyle dursun anlamı perçinleştikçe perçinleşiyor. Yıllarca yatağı dağ başları, yorganı kar olmuş elli yedi yıllık kısacık bir ömür var ki… Çölde, cephelerde geçmiş. Yaşamaya değil, yaşatmaya adanmış.  O pek kısa ömürde kazanılan zaferler bayram bilinip çocuklara, gençlere armağan edilmiş.  Ekip biçerek doyuran, savaşta şehit düşen köylüyü yurdun efendisi bellemiş, belletmiş.  Bu topraklarda binlerce yıldır var olan kültürümüz ilelebet sürsün diye kurumlar açmış.  Uğruna ne savaşlar verdiği bu toprakların doğasını sakınmış, korumuş. Öyle ki bir ağacın kesilmemesi için  Yalova’daki bir köşkü temelinden oynatıp az öteye yerleştirtmiş.

1881’de Selanik’ten Dünya’ya bir başka rüzgâr esti.  Kâh en sertinden kâh ferahlatanından elli yedi sene sürecek o rüzgârın adı Mustafa Kemal idi. Ta çok uzak anakaralardan bile buralara gelmiş yedi düveli, geldikleri gibi gönderdi nereden gelmişlerse oraya. Tüm bunları başarırken hayatını ortaya koyarak Gazi oldu. Mareşal oldu. Her zaman yenen oldu. Başta savaş meydanında yendikleri olmak üzere kim olursa olsun Mareşal Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK için sadece saygı duydu.

 

Binlerce yıldır kök salınmış yerlerde gün gelir tüm değerler ile birlikte yok olmak an meselesi olabilir. Eğer hayatını ulusuna adayan bir deha çıkmazsa… Evet, Mustafa Kemal ATATÜRK’ün dediğince naçiz vücudu bir gün elbet toprak olurken attığı temellerin ilelebet payidar olmak hesabı kitabı ile atıldığı her gün bir kez daha anlaşılır oldu.

 

Her yanın cephe, her karışın savaş olduğu dönemdeki mücadele, savaş sonrası başka bir hale büründü. Eğitimli, donanımlı tüm yetişkinlerini, eli silah tutan tüm erkekleri savaşta şehit vermiş yorgun topraklarda yapılacak çok şey vardı. Bilimden, teknolojiden, sanattan tarıma dek. Türkiye’nin kuruluşunun üzerinden henüz  üç yıl geçmişti ki uçak fabrikası bile kuruldu.

 

Her gün basmasından pazenine, kundurasına üreten yeni bir fabrika, etnografyasından resim heykel müzelerine, opera ve bale binasına açılır olmuştu. Borçları zeytinlikler ödedi. Elli yedi yıllık hayatın son on beş yılında tarımdan eğitime, üst baştan sanata, bilime kadar önem verilmemiş, yapılandırılmamış hiçbir alan kalmadı. Yurdun olgun başaklı tarlalarında bağdaş kurup oturmak, traktör sürmek ile atıldı savaş yorgunluğu.

 

Artık kültürel savaş verilecekti. Bilimde,  yol alınacaktı. Dilimizin izleri Meksikalarda sürülürken tarihimiz ile birlikte kurumsallaşıp üzerine araştırmalar yapıldı. ATAMIZ Mustafa Kemal ATATÜRK, kendisi de bu çalışmaların hep içinde idi. Hep katkıda bulundu. Dokuz kitap yazdı. Biri geometri üzerine. Geometri tanımlarına Türkçe sözcükler üretti. Üçgen, dörtgen, eşit, çarpı, bölü, yay, kiriş, çember mesela.  Ve daha nicesi. 

 

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK, öğrencileri savaşlarda şehit düştüğünden kimi liselerin iki yıl üst üste mezun dahi veremez olması, eğitimlilerin de savaştan dönememesi sonucunda eğitimli nüfusumuz yok denecek kadar azalınca Türk ulusunun Dünya’dan geri kalamaması için köy okullarından üniversitelere okullar kurdu. Başöğretmen oldu. Öyle ki o güne dek kadınlar arasında okuma yazma bilen nerede ise hiç yokken birkaç yıla kalmadan okuma yazma bilir kadınların yüzdesi hatırı sayılır seviyelere ulaştı.  Zaten Anadolulu erkeklerde pek düşük olan okuryazar oranı giderek arttıkça arttı.

 

Dünya’nın kültür zirvesi olan Anadolu’nun insan zirvelerinden ATATÜRK, bazen yeterince bilinip öğrenilemediğinden yoğun bir sisin altında kalmış ulu dağlar gibi gelir bana.  Dağ, sisin altında kaldığından görülemediğinde ona yok denebilir mi? ATATÜRK’ün doğduğu evin kaç katlı olduğu, rengi ve yazları dayısının çiftliğinde karga kovaladığı herkesçe bilinir. Ancak bunca şeyi nasıl kotarmış, yedi düvele karşı nasıl savaşmış hakkıyla bilmeyi geçelim bir filmini olsun çekemedik hala! Dahası ATAMIZ’ın Selanik’te, iki katlı pembe bir evde doğduğunu bilsek de o evin mutfağında, sıcak ocak başında doğduğunu çoğumuz bilmiyoruz ama.

 

Ocak! Ev demek. Yurt demek hatta. Eğer Toroslar’da hala tüten tek bir tane olsun Yörük bacası varsa sorun yok demektir. Anadolu’da var olmak ile eş anlamlı ocak, baca kültürümüzün en has, en önemli kavramlarından. Zira ocağı tüten bir ev, içinde yaşam süren evdir. Malum, bu topraklarda “ocağı” ya da “çırası yanıyor” demek, o evde yaşanılıyor demektir. 1881 yılında, sıcak bir mutfaktaki ocağın yanı başında doğan Mustafa,  bugün ocakların tütmesinin kıvılcımı idi.

 

Selanik’teki evin mutfağını Selanik’te değil, Ankara’da gördüm.  Selanik’e hala gidemedim çünkü. Ama olsun, ATAMIZ’ın yüzüncü doğum yılı olan 1981 yılında, Ankara’daki Atatürk Orman Çiftliği içinde ATAMIZ’ın doğduğu ve çocukluğunun geçtiği evin bire bir aynısı yapılmıştı.

 

Mustafa, henüz yedi yaşında iken babası Ali Rıza Bey’i kaybediyor. On iki yaşında, Selanik’teki okulu Mülkiye Rüştiyesi’ne devam etmek istemeyip askeri okula gitmek istiyor. Annesinin istekli olmadığını bildiğinden, Mustafa doğduğunda oğlunun asker olmasını isteyen Ali Rıza Bey’in henüz doğmuş oğluna bir kılıç hediye edip, kılıcı beşiğin başucundaki duvara astığını annesine hatırlatıyor. Altı evladından dördünü küçücükken toprağa vermiş Zübeyde Hanım yine de ikna olmuyor. O zaman Mustafa “ben asker doğdum, asker öleceğim” diyerek kararlığını ortaya koyuyor. Zübeyde Hanım hiç razı değil önceleri buna. Ta ki yeri gelince her tarihçimizden dinlediğimiz o rüyayı görene kadar.

 

Tarihe ilgi duyup da dinlemeyenin, işitmeyenin kalmadığını düşündüğüm rüyasında Zübeyde Ana, bir minarenin tepesinde oğlu Mustafa’yı altın bir tepsi üzerinde otururken görünce telaşla oğluna doğru koşarken kulağına bir ses geliyor; “eğer oğlunun askeri okula gitmesine izin verirsen hep böyle yüksekte kalacak. Yok, eğer vermezsen yere bırakılacak.” Bu rüya üzerine Zübeyde Hanım artık oğlu Mustafa’nın Selanik Askeri Rüştiyesi’ne yazılmasına razıdır. Böylece koskoca bir ülkenin ve on iki yaşındaki bir askeri öğrencinin kaderi bir bütün oluyor.

 

Mustafa Kemal, bir gün, askeri okuldaki sınıf arkadaşları ile sohbette. Daha onlu yaşlarındalar. Her biri ileriye dair düşlerini, nerelere gelmek istediklerini anlatıyor. Hayallerinden bahsetmeyen tek Mustafa Kemal kalıyor. Arkadaşları, kendilerini dinlemekte olan Mustafa’ya ileride ne olmak istediğini soruyor. Aldıkları cevap, yol haritası gibi. “Hepinizi istediğiniz yerlere getirecek kişi olacağım”.  Böylesi bir yanıtı verebilmek hayatı öngörüler ile dopdolu birine özgü olabilirdi elbette ancak!

 

On iki yaşından beri askeri bir öğrenci olarak yurduna adanmış kısacık hayatında yaşı çocuk da olsa, genç de gerçekte hiç genç olamamış Mustafa Kemal. Kaç savaşı bir arada yaşamış her an. Yurdu için verdiği mücadeleden başka o ortamda yabancı diller öğrenmiş. Yedi dil bildiği söylenir ki Fransızca ve Almanca eserleri yazıldığı dilden okuyor.  Üç bin dokuz yüz yetmiş yedi kitap okuduğunu biliyoruz. Fazlası da vardır muhtemelen. Bu kitapların çoğu cephede okunma. Üstünkörü bir okuyuş da değil üstelik. Dört bin civarındaki o kitapların her biri sindirilerek, içindeki özsu alınarak okunuyor. Önemli bulduğu yerlerin yanına not alıyor, satırların altını çiziyor. ATAMIZ’ın kütüphanesindeki kitaplar okunmaktan dolayı eskiyor yani. Pırıl pırıl ciltleri ile kitaplık dekoru değiller. Binlerce kitabı bugün Anıt Kabir Kütüphanesi’nde.

 

Cephe cephe dolaşılarak geçirilen elli yedi yıllık bir hayatta altı, yedi dil bilmek önemlidir mutlak; ama en başta kendi dilini hakkıyla bilip, bir de o dilin köklerini araştırmak için Meksika’ya kadar araştırmacı göndermek var! Türk Dil Kurumu yanında tarihin, ileride çarpıtılarak anlatılıp yazılabileceğini bildiği için Türk Tarih Kurumu’nu kurmak var! Bu topraklar üzerindeki değerler ile bizleri var eden kültüründen, tarihinden, dilinden, tarımından, biliminden, sanatına kadar hiçbirini atlamadan tohum gibi kültür topraklarına dikip, solanları sulamak, yok olmuşları filizlendirmek var! Ocakların bacasını yeniden tüttürmek bunlarla mümkün çünkü tek!

 

Belki de daha önceleri tarihin böylesini hiç duymadığı “Yurtta Barış, Dünya’da Barış” diye bir hedef söyleyebilen tek önderi, sonlanmadan hemen önce, 1881 yılında, başta bize sonra Dünya’ya hediye eden asrın da on dokuzuncu yüzyıl olması gibi on dokuz sayısı her defasında Mustafa Kemal ATATÜRK’ün hayat döngüsünde belirleyici olmuş.  

 

Bugün elli yedisini çoktan aşmışlardan doğalı henüz elli yedi saniye olmuşlara herkesin ATAsı olabilmiş o benzersiz ATA’nın hayatı hep doğduğu yüzyıl gibi on dokuz ile anılırken kendisine doğum tarihi sorulduğunda da “19 Mayıs 1919” demişti.  19 Mayıs günü ki Samsun’a on dokuz kişi taşıyan neredeyse hurdaya çıktı çıkacak bir gemi ile aşılan denizlerin karada yankı olduğu gündü. Elli yedi yıllık ömür de on dokuzun üç katı kadardı. ATAMIZI anarken hayatındaki matematikleri anmamak olmazdı.

 

Bir asker olarak farklı anakaralarda bulunuyor. Bir keresinde Trablusgarp’ta yolu bedevi bir falcı ile kesişiyor. Bedevi adam, Atatürk ve arkadaşlarının el fallarına bakmak istiyor. Arkadaşları ellerini uzatıp fal baktırsa da Mustafa Kemal elini uzatmak istemiyor. Arkadaşları ısrar edince uzatıyor elini anca. Bedevi, ATAMIZ’ın el çizgilerini görünce yerinden fırlıyor. “Sen devlet başkanı olacaksın ve on beş yıl sürecek bu” diyor. ATAMIZ, siroz diye bahsedilen hastalığı iyice ilerlediği vakit arkadaşı Fuat Bulca’ya “bedevi vaktiyle söylemişti. Devlet başkanlığında on beş yıl kalacaktık. Hesapça bu son senemizdir” diyor. Bunu söylediğinde yıllardan 1938.  

 

Savaş meydanında korkulan kumandanken şiire kadar kaleminden neler dökülmüş ATAMIZ,  insanın, insan olmanın gerçek anlamını bildiğinden tüm mal varlığını ulusuna bağışlayarak göçüyor Dünya’dan. Yurdun efendisi bellediği köylüden kentliye tüm ulus arkasından ağlıyor. Tüm Türkiye!

 

Dünya tarihinin en seçkin, en özel ruhlarından ATAMIZ Mustafa Kemal ATATÜRK, insanı da sevmiş, toprağı da. Bilimin bir toplumu nereye taşıyacağını,  bilimden geri kalmanın da bir toplumun başına neler açabileceğini en iyi bilen olarak eğitimi köylere kadar yaymış. Yıllar sonra o köylü çocukları en üst düzey görevlerde yer almışlar. Sanatsız kalan milletlerin hayat damarlarından birinin kopmuş olacağını söylerken tek sanat ile anmamış damarları. Kendisinin de gücünü aldığı o damarın kudretinden de bahsetmiş gençliğe.

Dünya’nın o ana dek hiç görmediği, her alandaki, anlamdaki bir deha Anadolu topraklarından çıktığında Lloyd George bunu şöyle özetliyor; “İnsanlık tarihi birkaç yüzyılda bir dahi yetiştirebiliyor. Şu talihsizliğimize bakınız ki O, Küçük Asya’da, Türkiye’de çıktı...

(Her hakkı saklıdır)

Ayşei Yasemin YÜKSEL, 05 - 08. 11. 2022,  10:27- 14:50

Paylaş :

Benliğimizin Hırs Kodlu Katkı Payı

 

Hırs, hırlı bir kavram. Öyle ki deli gibi öfkelenmekten erişilemeyeceklere göz koymaya uzanan birbirine benzemez hallerin adı hep hırs. Eğer hırs, başarılamayanı başarmak ya da elden gelenin en iyisini yapmak gayretinden geri kalmamak ise o hırs iyicildir. Yok, eğer  “hep bana, tek bana”, “ben, ille ben”, “hedeflediğim noktanın gerektirdiği yeterlilikte olmasam da,  başkaları benden daha iyi olsa da önemi yok” güdüsü ise eğer, böylesi hırs herkes için kötücüldür. İnsanlar kendilerini hırsları ile kırbaçlar. O kırbaç iyiliğe şakladığında ömürler tüm insanlığın yararı için diyelim ki bilime adanır.  


 Aslında kendi kendini kontrol anlamına gelen hırs kontrolüne gelince sıra insanların pek çoğu hırslarının direksiyonunu, dümenini, yularını tutamaz. Ama kendi dümenini, direksiyonunu, yularını hırsın eline tutuşturuverir. Bu yüzden pek çetin sorudur “sahip olmak mı, sahip çıkmak mı?” ayrımı.

 

“Sahip olmak” ile “sahip çıkmak” ilkten birbirine karıştırılacak kadar yakın kavramlarmış gibi gözükse de aslında birbirinden kalın çizgiler hatta uçurumlar, setler, kanallar ile ayrıdır. Eksi ve artı kutup kadar birbirine zıt iki yaklaşımdır. Yaklaşımlardan eksi olan, hak edilsin edilmesin her şeye sahip olmak tutkusu iken artı olan, “sahip çıkma”dır. Sahip çıkmak, sahip olmak duygusundan, hırslardan bağımsızdır. Sahip çıkmak, göz kulak olmaktır. Sakınmak, üzerine titremek, korumak,  elinden tutmak demektir.  Tutku değil, bilinçtir.

 

Bir şeylere sahip olmayı istemek herkesin hakkı.  Düşlediğince bir evi, arabayı, geçimi sağlayacak geliri, tatil yapabilmeyi istemek herkesin en doğal hakkı elbette. Ama hak olmayanları düşlemek yani onlara sahip olmayı hedeflemek, hırsın gerili yaydan fırlamayı bekleyişidir.  “Ben istedim, benim oldu” kural dışı kestirme yolunu kullanarak göz koyulanlara sahip olmak! Sahip çıkmaya hiç benzemez böylesi sahip olmaklıklar. Hiç!

 

Vaktinde Shakespeare’e kadar cevabı aranan sorular olsa da aslında insanlığın baş edemediği tek bir soru olmuş; “hak olanlar dışında hak edilmeyenlere kadar sahip olmak mı yoksa dizginlerini hırslarına kaptırmışların yok edebileceği tüm değerlere sahip çıkmak mı?” Bu sorunun yanıtı bakılan açıya göre değişir. Aslında ikircikte, ikilemde kalmaması için her sorunun tek bir yanıtı olması gerekir. Ancak bu sorunun insani, diğer deyişle etik açıdan cevabı  “sahip çıkmak” olmalı iken nedense sıklıkla öyle olamıyor.  Banka hesaplarının kabardıkça kabarması, konuttan arsaya, işyerlerine, bahçelere, bağlara tapu sayısının arttıkça artması,  daldan meyve toplar gibi beğenilen payeleri edinmeler öyle bir zehre dönüşebilir ki… O zaman insanlar vaktinde dediklerinin şimdi tam tersini yaparak bir şeylere sahip olur olmasına da kendilerine sahip olmaktan çıkmışlardır ama artık. Vaktinde dillerinden düşürmedikleri ne kadar değer varsa şimdi yere düşürmüş, üstünde tepinir olmuşlardır hatta.

 

Görünüşe bakılırsa “sahip olmak” demek kimilerine göre korsanları kıskandıracak sandıklar dolusu hazineye, havada, karada, denizde giden araçlara sahip olmak demek olmuş çoktan.  Aldıktan sonra hiç gidemeyeceği her dağın eteğinde, her kentin göbeğinde, her yayladaki mülklere ait tapu sayısını arttırmalara, sahip olmalara doyamamalar unutkanlık yapıyor olmalı ki Dünya’ya geçici bir ziyarette bulunan misafirler olunduğu akla getirilmiyor bile. Gözün gördüğü her şeyin sahibi olma arzusu hırsa dönüşürse ruhun hastalığı, kemireni olacaktır haliyle. Oysa Dünya’ya demir atmayacağını, yalnızca misafirlikte bulunduğunu hep hatırlayanlardaki sahip olma eğilimi bazen ev dolusu kitaplara, “evim evim, güzel evim” bellediği evinde, onunla bütünleştiği koltuğunda, çayın lezzetine onda daha iyi vardığı yıllanmış bardağı elinde, yeterinden fazlasına tamah etmemek yüce gönüllüğünden öteye geçmez.

 

Dünya’da ilk belirdiğimizden bugüne hiç anlamak istemediğimiz tek şey pek muhtemel ki yolun sonunda hiçbir şeyin sahibi olamayacağımız kadim gerçeği. Adımızdan başka. Hırs, yalnızca bir güdü değil, adımızın nasıl anılacağının etken maddesidir de.

 

Besbelli ki konukların ziyarete geldikleri evleri sırtlanıp gidemediklerini bilenler ile tam tersi olanlar yani misafir oldukları Dünya’yı sırtlanıp götürmeye kalkanlar bile var. Dahası bununla dahi yetinmeyecekler çıkabilir. Öyle ya, Dünya’nın bir de uydusu var, değil mi?  O zaman hırs damgası vurulmuş ruhlar, yeryüzünün beraberinde Ay’ı da istemeye kadar tutturur. 

 

İstemek herkesin hakkı. Ama hakkı olanı istemek haktır. Bir şeyi istemenin ön kuralı o şeyin hak edilip edilmediğini irdelemektir elbette.  İşte bu çetin sorunun cevabı bu irdelemede. Deee… İrdeleme de tıpkı özeleştiri gibi pek sevimsiz, yüzleşilemeyecek kadar ağır bulununca koy ver gitsin yaklaşımı da alıp başını ilerler. Ardından da erdemli kavramlar ırar gider haliyle. Geçmişten bugüne gösteren dürbün ile bakınca… Kim, neye sonsuza dek sahip olmuş ki şimdiye kadar? Olamamış tabii. Ama Dünya yuttukça yutmuş tüm hırsları sahipleri ile birlikte.

 

Kendini hırslarına kaptırmış sürüklenmektekiler için erdemden yana tek bir kavram kalmaz iskeleye bağlı. Varsa da çocuklarına koydukları ad olabilir Erdem ancak.  Oysa sahip çıkmak, hiçbir çıkar gözetmeksizin sırf doğru olandan sapmamak için kendinin olmayanı bile korumaktır.  

 

Diyelim ki istediklerinin çoğuna sahip olmakla kalmamış bir de mezarlarına kadar altın, zümrüt, yakuttan yarı değerli taşlara kadar gömülmüşler var tarihte. Kazılar ile lahitleri, mezarları bulunduğunda kendilerinden geriye iskeletleri kalmışken vaktinde onların olan, yanlarında mezarlarına götürdükleri altınlar, hazineler bundan böyle müzelerde sergilenecektir. Neye, ne kadar sahip olunup olunamayacağının tek yanıtı müzelerdedir!

 

Hırs, benliğin kamçısı olmuşsa bünyede söz sahibi artık odur. Elde edilenler zaten yeter de artarken yine de onları azımsamak, istedikçe dahasını istemek hırs virüsüne yakalanmaktır. Hırsın bireye katkı payı, ruhu ondurmayıp, hasta etmesidir. “Bir insanın gereksinimi ne ise gereken de o kadardır” ölçüsü,  gıdadan, yeme içmeden, ev bark sayısından, sıfat sıfat payelenmelere bu hastalıkta şaşar. Öyle bir hastalık ki diyelim ki her şeye sahip olundu, ne fayda! Kendine sahip olamadıktan sonra!

 

Bir şey, tapusu, ruhsatı alınmadan da sahiplenilebilir. Bir yolu var zira bunun. İyesi bizmişiz değilmişiz aldırmadan zordakilere, dardakilere kol kanat gererek sahip çıkmak o yol da. Çocuklardan başlayarak. Giderek yalnızlaştığımız şimdilerde tek başına yaşayan yaşlıları görmezden gelmeyerek. Çaresizleri, çıkmazlardakileri gözeterek. En yüksek dağların, en alçak tepe silsilelerinin dengesini bozmayarak. Sahip çıkmak, gözetmektir. Zarar vermemekten öte başka odaklardan da zarar görmesine izin vermemektir.  İnsandan başlayıp tüm canlılara,  onların yaşama ortamlarına kadar.

 

O halde sahip çıkılacak ilk yaklaşım, sahip çıkabilmek yeteneğimiz olmalı! İlkten baştan savılacak virüs de olur olmaz ne varsa hele de yeterli olamayacağımız her şeye sahip olmak hırsı olmalı…

(Her hakkı saklıdır)

Ayşei Yasemin YÜKSEL, 4 - 6.11.2023, 18:58

Paylaş :

18 Kasım 2023 Cumartesi

"Kapışanlar ve Kapıştıranlar"

Dopdolu okumalar dilerim;

http://www.cesmeninsesi.com/yazarlar/aysei-yasemin-yuksel/kapisanlar-ve-kapistiranlar/374/

(Her hakkı saklıdır)


Ayşei Yasemin YÜKSEL, 18.11.2023, 17:18

Not: Karakalem at başı çalışmam, öğrencilik yıllarımdan kalma. Belki lise belki yüksek öğrenim yıllarından.

Paylaş :

9 Kasım 2023 Perşembe

 

Yarın 10 Kasım.

 

 Dopdolu okumalar dilerim.

"Ankara'nın Denizi";

 


https://acemidemirci.blogspot.com/2023/10/ankarann-denizi.html

(Her hakkı saklıdır)

Ayşei Yasemin YÜKSEL, 9.11.2023


Not: Her zaman kendi çektiğim kareleri  kullansam da ATAMIZ ATATÜRK'ün resimleri elbette alıntı oluyor)

Paylaş :

Kireç Lekesi

 Bu yazımı ilk yayınladığım 2014 yılındaki ithaf cümlem şöyle imiş;

“Ye kürküm ye” lafının gerçekliğini  bir şekilde öğrenmiş herkese ithaftır"

 

Serbest kartlarına karşın yine de şehir içi ulaşım otobüslerine alınmayan emekliler ile parası olmayan öğrencilerden sonra bir kez daha yayınladığın 2023 yılında da şöyle oldu;

“Müsaadenizle bugün bir ilk olsun. Bu kez için bir köşe yazım ile değil, bir öyküm ile olayım burada.  Şu sıralar bedelsiz ulaşım hakkına sahip atmış beş yaş üstüler ile cebinde bilet parası olmayan üniversitelilerin kimi otobüslerce alınmadıkları ya da bindikleri otobüslerden ite kaka dışarı çıkarıldıkları haberlerinden dolayı şaşkınız, üzüntüdeyiz. Oysa on dört yılı buldu bulacak tam tersini yaşamıştım ben. Yalnızca buncağız sürede nereden nereye gelmişiz! Birebir yaşadığım, kendi başımdan geçen “Kireç Lekesi” adlı öykümü atmış beş yaş üstü ve emeklilerimiz ile bilet parası sorunu yaşamaktaki üniversite öğrencilerimize ithaf ediyorum.”

 

Her şeyin üst üste geldiği günlerdi. Kışın soğuğunda ev taşımak yetmezmiş gibi bir de doğalgaz, elektrik, su saatlerini açtırmak için oradan oraya koşturmak çok yormuştu Itır ve eşini.

Itır için değişen yalnızca ev adresi değildi; şu birkaç haftadır görüntüsü de pek farklılaşmıştı. Yeni evlerine taşınmadan hemen önce gittiği kuaför, saçlarını adeta doğramıştı. Kırpık kırpık, oradan buradan şekilsiz kesilmiş saçlarıyla sanki berbercilik oynayan bir çocuğun eline düşmüş gibi gözüküyordu. Çarşıda, sokakta yanından geçenden karşı kaldırımda yürüyenine gözlerini Itır’ın biçimsiz saçlarına dikip bakmayan yoktu.

Pazartesi günü eşi işe gittikten sonra hala izinde olan Itır, evden çıkmak üzere artık eskimeye yüz tutmuş gocuğunu üstüne geçirdi. Tüm koliler açılmadığından uygun bir çanta bulamadı yanına alacak. O yüzden koşturmaca sırasında kaybetmemek için yün eldivenlerini tıkıştırdığı cebi, sanki içinde tenis topu varmışçasına dolu gözüküyordu. Cüzdanını karıştırıp bozuk parası olduğundan emin oldu. Evden çıkmadan önce baktığı aynadaki görüntüsünden gözlerini kaçırdı.  Kolları eprimiş koyu renk gocuğunun etek kısmında, inşaatı henüz tamamlanmış yeni evlerinin etrafında bolca rastlanan kireç öbeklerinden bulaşmış kocaman beyaz bir leke oluşmuştu. Etrafta her yan hala henüz temizlenmemiş inşaat artığı, boya, kireç kalıntıları ile dolu olduğundan eskimişleriyle dolaşıyordu zaten. Asansörü beklerken kireç lekesinden kurtulmaya çalışsa da çıkacak gibi görünmüyordu beyaz leke.

Soğuk ve sert Şubat rüzgârında kırk beş dakikadır beklediği durağa otobüs geldiğinde iyiden iyiye üşümüştü.  Otobüs durup, kapısını açtığında şoföre “Kızılay’a gidiyor, değil mi?” diye sordu önce. Sonra da “ille kart mı basmak gerekiyor?” diye ekledi. Şimdiye dek otobüse değil, hep Ankaray’a binmiş Itır, belediye otobüsünde paranın geçip geçmediğini öğrenmek istemişti. Şoför, ilkin baharda kırkılırken ikide birde sahibinin elinden kaçan bu yüzden de kırkımı doğru dürüst olmayan koyunları andıran Itır’ın şekilsiz saçlarına sonra da kolları eprimiş, eteği koskoca kireç lekesi içindeki gocuğuna daha sonra da sanki ne var ne yok içine tıkıştırmış gibi gözüken ceplerine baktı. Ardından kireç ve toz içinde kalmış botlarını süzüp, “otobüslere kart basılarak binilir. Senin kartın yok mu?” diye sordu.

-Yok, dedi Itır, eldivenini giymeyi unuttuğundan elleri ve burnu kıpkırmızı halde.

Otobüs şoförü başını öte yana çevirip kollarını direksiyonda kavuşturdu. Sonra başını yeniden Itır’a çevirip, “bu otobüs Kızılay’a gitmez. Karşı mahallenin son durağına gider. Senin paran da yoktur şimdi. Seni son durağa kadar taşıyayım. Oradan Kızılay’a gidecek olan otobüsler sana yardımcı olur” dedi.

O soğukta onca bekledikten sonra son durağa kadar gitmek üzere otobüse seve seve bindi Itır. Mahalleli tek bir kişinin bile olmadığı otobüsün içi pardösülerinin, mantolarının üzerine bir de şal almış kadınlarla doluydu. Daha ilk bakışta evlere temizliğe, çocuk ya da yaşlı bakmaya giden kadınlar oldukları anlaşılıyordu. Orta sıralarda, cam kenarındaki boş bir koltuğa oturup, dışarıyı seyretmeye koyuldu.  

İnecekleri durağa gelenler otobüsten inmeden önce hala yola devam edenlere dönüp, “işlerin kolay gele, tez bite” diyerek indiler. Otobüstekiler de inenlere “eyvallah, senin de” diyordu. Bu, her durakta aynen sürdü. Öndeki iki kadın koyu bir sohbete dalmıştı. Kahverengi şallı kadın, gri şallı kadına, “jakuzileri nasıl temizliyorsun? O ince yerlerin kirini nasıl çıkarıyorsun?” diye sorunca, “fırçalıyorum” dedi gri şallı kadın.

-Diş fırçasıyla mı, diye sordu kahverengili kadın.

Bu arada arkada oturan genç kız da bakmaya gittiği çocuğun annesine nasıl da sinir olduğunu, çocuğun iştahsız olmasına rağmen kadının saat başı telefon açıp çocuğuna elma suyunu içirdi mi, sebze çorbasını yedirdi mi diye sormasından gına geldiğini hırçın bir ses tonuyla anlatıyordu. Arka koltuklardan bir kadın yerinden kalkıp, gelip Itır’ın yanındaki boş koltuğa oturdu. “Sen hangi sitedesin” diye sordu.

-Ekin Yeri Park Sitesi’nden, diye oturdukları sitenin adını söyledi Itır, kadına.

-Ben orada hiç çalışmadım; ama teyzem kızı çalıştı. Delimsek bir kadının yanında. Hiçbir şeyden memnun olmazmış nemrut kadın. Parasını da tam vermezmiş. Bıraktı bizim teyzekızı o işi çaresiz. Sakın sen de onun yanında çalışıyor olma, deyince Itır, kadının kendisini de gündelikçi sandığını anladı. Bozuntuya vermedi. “yok, orada çalışmıyorum” dedi.

-Bu semtte yeni başladın zaar. Daha önce hiç görmedim seni sabahları otobüste, demişti ki kadın, otobüs durakta durdu. Kadın yerinden kalkarken, “demek Pazartesi günleri geliyon bu yanna. Pazartesiye görüşürük”, dedikten sonra tüm otobüse dönüp, “işleriniz kolay gele, tez bite” dedi. Otobüsten koro halinde bir uğultu yükseldi “eyvallah. Senin de.” Itır da o koroya dâhil olmuştu.

Son durakta otobüsten inen tüm temizlikçi, gündelikçi, çocuk, hasta bakan kadınlara “işlerin kolay gele, tez bite” dedi Itır. En son inenlerden olduğundan kendisiyle inenler Itır’a “işlerin kolay gele, tez bite” dediklerinde Itır hepsine tek tek “eyvallah. Senin de” deyip hareket saatlerini beklerken ayaküstü laflayan üç şoföre doğru ilerledi. “Nereden bilet alabileceğini” sordu. “Burada bilet satışı yapılmadığını” söyleyen şoförler Itır’ı şöyle bir süzüp az ilerdeki bir otobüsü gösterdiler. İçlerinden biri, bir iki adım öne çıkıp, eliyle işaret ederek “gel” dedi.  Itır, şoförün ardından Kızılay’a hareket edecek otobüse doğru ilerledi. Önden önden gidip, otobüsün kapalı kapısına tıkladı adam. Kapı açılınca Ankara’nın Şubat ayazı değen ellerini ovuşturan arkadaşına “bu hanım ablanın otobüs bileti yokmuş, ona bir yardımcı oluver” dedi. Kızılay’a gidecek otobüsün şoförü, kollarını omzundan aşırtarak Itır’a binmesini anlatan bir işaret yaparken “geç” deyip dışarıdaki arkadaşına, “bir hayrımız olsun. Kiminin duası, kiminin parası” deyip en fazla altı, yedi yolcu ile kalkış saati gelmiş otobüsü çalıştırdı.

Eve döner dönmez mutfağa girdi Itır. Yemek yapıp, çıkan bulaşıkları makineye dizdi. Sonra da makineyi çalıştırdı. Banyo lavabosunu fırçalayacaktı ki bir koku duydu. Koku, mutfak tarafından geliyordu.

Bulaşık makinesinden dışarıya koyu renkli, pekmezi andıran bir şey sızıp, mutfak zemininde irice bir leke oluşturmuştu. Hemen servisi aradı. Tamircinin bugün gelemeyeceğini duyunca ısrar etti. Tamirci, “elindeki işi yetiştirebilirse akşam geç vakit uğrayabileceğini” söyledi.

Saat dokuza doğru geldi tamirci. Itır kapıyı açmadan önce aynada kendini görünce başını hemen öteye çevirdi. Günlerdir tarak değmemiş gibi duruyordu saçları. Bir de eşofmanının dizindeki kocaman beyaz leke dikkatini çekti. Banyoyu temizlerken çamaşır suyu değmiş olmalıydı. O yetmezmiş gibi bulaşık makinesinden gelen sızıntıya bakmak için makinenin kapağı önünde diz çöktüğünde paçası da simsiyah leke olmuştu. Yeni bitmiş bir eve taşındıkları için her taraftaki lekeleri, boyaları, camlardaki izleri kazırken üstündekiler hemen kirleniyor, her gün yeni bir giysisini paralıyordu. Yardımcı iki kadın, iki gün boyunca gelmişlerdi gelmesine yeni eve; ama çok yorulduklarını söyleyip bir daha gelmemişlerdi. Bugün de yepyeni eşofmanı, çamaşır suyu ve bulaşık makinesinin kapkara sızıntısı ile lekelenmişti.

Gençten biriydi tamirci. Askerden henüz dönmüş olmalıydı. Yirmi beşinde bile değildi henüz. Yerdeki lekeye uzun uzun baktıktan sonra “siz hangi deterjanı kullanıyorsunuz abla”, diye sorarken Itır’a bakmadı bile. Evin hanımını arar gibi Itır’ın eşinin sağına soluna bakınırken.  

-Deterjan artıklarını temizlesin diye biraz sirke de koyuyorum.

-Ha, sen çalıştırıyorsun demek makineyi, derken alaycı alaycı gülümsedi genç tamirci. Sonra Itır’ın eşine dönüp, “İşte böyle cahil kadınlar ne duysalar inanıyorlar. Makineye sirke konulur mu hiç? Siz bu ablaya öğretmediniz mi makinede ne kullanılır, ne kullanılmaz?”

Itır, eşine kaş göz işareti yaparak tamirci gence evin hanımının kendisi olduğunu söylemesini engelledi. “Sağ ol. Demek sirke koymayacağım makineye. Senden öğrenmiş oldum. Teşekkür ederim.” 

-Lafı mı olur abla. Cahil olmak suç değil, öğrenmemek suç.

Ertesi gün telefon işleri için Itır’ın eski mahalledeki postaneye gitmesi gerekti. Öğleye doğru bindiği otobüsün şoförü dünkü değildi. Ev işlerinde çalışan kadınlar da çoktan işlerine başlamış olduklarından onlara da rastlamadı. Emekliler ile doluydu şu saatte otobüs bugün. Kızılay’da inip, Ankaray’a binerek eski mahalleleri Bahçelievler postanesine gitti. Postanede eski komşusu Esra ile karşılaştı. Esra pek iyi görünmüyordu. “Nasılsın Esra, bir şeye kızmış gibisin” dedi Itır.

-Kızdım; hem de çok kızdım.

-Arabayı park edecek yer bulamamışsındır kesin, ona kızmışındır.

-Ona da kızdım; ama beni asıl kızdıran o değil.

-Hayırdır, dedi Itır.

-Üç apartman ötede resim kursu açıldığından beri resme merak sardım. Kaydoldum. İki aydır da gidiyorum. Bugün resim hocası bana perspektifi, açıyı, hizalamayı anlatmaya kalkmaz mı?

-Eeee?

-Ona çok kızdım. Sen koskoca harita mühendisi ol! Sana açı, perspektif, hizalama, kâğıdın kaçta kaçına ne çizilir, oran hesapları öğretmeye kalksın resim kursu hocası!

-Neden şimdi öğretmeye kalktı ki bunları? Kursa başladıktan iki ay sonra?

-Çizimlerimi beğenmemiş. Orantısızmış. Yerleşim hatalıymış falan falan.

-Hııı, dedi Itır.

-Hiç olacak şey mi bir mühendise oran, hesap kitap öğretmek.

-Hıı, dedi, yine Itır.

-Ben de ona ağzının payını verdim.

-Ne yaptın?

-Sen benim kim olduğumu biliyor musun diye başladım lafa. Ben mühendisim dedim. Harita mühendisiyim! Hesabı kitabı herhalde bilirim. Üstelik sizden de iyi bilirim dedim.

-O ne dedi?

-Burada harita çizmiyorsunuz, resim çiziyorsunuz. Resim çizmeyi de ben bilirim, dedi. Gel de kızma şimdi bu densize.

Itır, eski komşusunun eğer dün sabah kendi yerinde, o otobüste olsaydı ve dün akşam evde bulaşık makinesi tamircisi ile karşı karşıya gelseydi ne kadar kızacağını düşünmek bile istemedi.

-Aldırma. Gülüp geçmeyi öğren bu durumlara.

-Aldırmaz olur muyum? Ben mühendisim.

Itır, Esra’ya ne dese kâr etmeyeceğini bildiğinden işlerine koşturmak üzere “görüşürüz” deyip telefon numarasını iptal etmek üzere kuyruğa girdi.

(Her hakkı saklıdır)

Ayşei Yasemin YÜKSEL,  04.12.2013 – 26.10.2023, 21:19

 

Paylaş :

 

"Benliğimizin Hırs Kodlu Katkı Payı"


                                                                                                Urfa

Dopdolu okumalar dilerim;

http://www.cesmeninsesi.com/yazarlar/aysei-yasemin-yuksel/benligimizin-hirs-kodlu-katki-payi/356/

(Her hakkı saklıdır)


Ayşei Yasemin YÜKSEL, 9.11.2023

Paylaş :

31 Ekim 2023 Salı

Oyuncak Ayıcıklardan Ormanların Ayılarına

 

Gökten yerin altına, kadim bilgilere kadar hayatın anlamını, sırrını arayıp dururuz ya! Aslında yaşamın anlamı, insan dışındaki bir canlı için hiç de sır değil. Evet,  gökyüzünde, yerin altında olduklarından bilemediklerimiz vardır mutlak; ama sıradan akıştaki, basit hayatın sırrı ne yerde ne gökte. Ayılarda! İnsanlar gibi balık üstüne tahin helvası değil, hayvanlar aleminin somon üzerine bal yiyenleri ayılar aslında gölge yaşam koçları gibiler bir yerde.  Onlar, hayvanlar aleminin gurmesi de hem…

Ayıları anlamak için onların yaşadıkları yerlere bir bakmalı ilk. Sonra da hayvanlar aleminin kralı bilinen aslanların yaşadığı yerlere bakmalı dönüp.  Gördüklerimiz hiç öyle “aslan yatağından belli olur” gibi kalıplaştıklarından doğru bellenmişlere benzemez. Aslanların yattığı yer ot, çer çöp sonunda. Diyeceğim,  eşekler nasıl sarp dağlara hangi noktadan en uygun yolla çıkılacağını gösteren canlılar olmuş ise ayılar da yaşam alanı olarak seçtikleri ortamlar ile yaşanılası yerleri gösteren canlılar aslında. İnsanlar gördüklerini dahası okuduklarını anlamadıklarından bunu da anlayamamış bunca zamandır!

 

Henüz hiçbir belgeselde,  kitapta rastlamadığım bir gerçek var, ayılar ve aslanlar ile ilgili. Ayı ve aslan aynı ortamda yaşamayan canlılar. Aslanlar çöllerle kaplı sıcak anakaralarda, Afrika’da, Hindistan’da yaşarken ayılar ya?  Onlar, içinde alabalıkların oynaştığı, somonların gezindiği dereler, çaylar akan dağlık, ormanlık alanların canlıları. Yağış alan bölgelerin yerleşikleri. Çölü değil, vahaları sever, yeğlerler. Karadeniz’in yemyeşil, hep ıslak dağlık ormanlık yerlerinde, Bursa ormanlarında, Uludağ, Karpatlar, Ağrı Dağı, Kafkaslar gibi en güzel doğada ne su ne de besin kıtlığından sıkıntı duyarak yaşarlar.  Doğanın koyusunu öyle bilirler ki insanın dron olup, yaşadıkları dağların, ormanların üzerinden uçası gelir onları seyretmek için. Çöllerde, Afrika’da ayıya rastlandığını hiç duymadım daha.   

 

En eski gurmeler ayılar olmalı. Hiç öyle rasgele şeyler değil besinleri. Somon avlıyorlar, bal yiyorlar, armudun iyisini onlar biliyor. Deniz kenarında iseler,  kazdıkları kumlardan kabuklu bularak besleniyorlar. Böğürtlenden ahududuna meyveleri tadıyorlar. Bizim arayıp da bulamadığımız besinler onların sıradan öğünleri. Pek de evcimenler. Bir kapandılar mı yuvalarına tüm kışı çıkmaksızın inlerinde geçiyorlar. Bir uykucular, bir uykucular! Koskoca kış mevsimini uykuda geçirirken yazın aldıkları kilolar için rejimlerini uykuda yapıyorlar. Uyanınca rejim bozuluyor. Kutup ayıları var bir de, onlar daha başka. Renklerinden buzulsuz kalmaya öyküleri epey farklı.

 

İlkten oyuncağı andıran ayı yavruları pek sevimli. Çocuklar, çok uzun yıllardır uykuya ille oyuncak ayıları ile dalıyor.  Bunun nedeni belki de geceleri uyutmayan bebekleri yüzünden işlerinde,  günlük hayatlarında zorlanan anne babaların,  tüm kışı deliksiz uykuda geçiren ayılar gibi kendi bebeklerinin de bütün geceyi deliksiz uyuyarak geçirmelerini istemeleri olabilir mi?  Oyuncak ayıcıklar çocukların ellerine sırf bundan ötürü mü tutuşturuluyor? Öyle ki Dünya’nın hemen her yerinde kız, erkek çocuk demeden hepsinin ortak oyuncağı ayıcıklar.

 

Uyurken başucunda duran, uyandığında elinden bırakmadığı ayıcığı ile büyüyen bebeler yetişkin olduklarında bir bakarsınız kime kızsalar “ayı” deyiverir. Ancak evin bir köşesinde çocukluklarının ayıcıkları eskimiş halde hala durmaktadır. Başka bir köşede de artık yetişkin olduğundan boyunca bir ayıcık da bulunuyor olabilir. Ayıcıklar bir yandan vazgeçilmez oyuncaklar iken öte yandan da vazgeçilmez kızgınlık sözüdür; “ayı” diyerek!

 

Kaba saba tavırlar karşısında “ayı” benzetmesinde bulunulsa da “ayı” demek, küfür etmek değildir. Belki hafifinden hakaret.  Hafifinden çünkü “sülük”, “yılan”, “çıyan”, “sırtlan” demek de var birilerine! Bunların anlattığı ile ayının anlattığı şey örtüşmez. Epeyce düşündüm, ince eledim sık dokudum, birine bir canlı adı ile kızgınlık göstersem ne derdim diye. İnsanlara gizli saklı, sinsice zarar veren bir zararlının adını söylerdim gibime geliyor. “Güve” derdim. Ormanları olmayan güveler, kuru gıdadan yünlü giysilere dek her yerdedir. Güve gibiler de belki de hemen yanı başınızda olabilir her an. Aynı blokta, belki işyerinde en yakınlarda. Bu yüzden ne zaman birinin bir başkasına “ayı” dediğini işitsem, “ayı”lık ile nitelediği tavrı kendisinin ne sıklıkta yaptığı merakı doğar içimde. Çünkü ayılıkla anlatılan tavırların çok daha okkalısını, her fırsatta kendileri de yapabilmekteler!  

 

Elden hiç düşmeyen oyuncakların modelleri ayılar, sıkı annelerdir. Oysa yumurtasını başka kuşların yuvalarına bırakan anne kuşlar var. İki yavrusundan birinin diğer yavruyu gagalaya gagalaya öldürmesini seyreden kuşlar var. Yılan gibi canlıların anneliği,  yumurtalarını bıraktığı yerde biter. Yavrularını hiç görmez. Ya ayılar? Çok uzun süre bakarlar yavrularına. Birkaç yılı bulan bir eğitim ile onlara avlanmayı, beslenmeyi öğretirler. Kutupta buzulsuz kalmak üzere olan kutup ayılarının anneliği pek zorlu. Bir deri bir kemik kalsalar da yavrularını beslemek için her şeyi göze alıyorlar. Ayılar öyle iyiler ki annelikte filmleri yapılacak kadar…

 

Çok önceleri, Kanada’da çekilen “AYI”  adlı bir film izlemiştim. Bir ayının gerçek öyküsü imiş. Filmde, toprak kayması sonucu anne ayı ölünce bakıma muhtaç yavru kendi başına kalıyor. Hayatta kalması için tek yol var, kendisine koruyucu bir aile bulmak. Ona annelik yapacak başka bir ayı bulmak. Pek iri bir erkek ayıya rastlasa da ayı oralı olmuyor.

 

Ormandaki avcılar, çoktandır peşinde oldukları bu erkek ayıyı yaralıyorlar. Ayı kaçıyor; ama yaralı. Kendine bir bakıcı arayan yavru ayı, yaralı yetişkin ayının başında bitiverip ona bakıcılık yapıyor. Yarayı kendi dünyalarındaki tedavi usulünce iyileştiriyor, yalayarak. Böylece kaybettiği annesinden sonra ona bakacak yetişkin ayıyı da bulmuş oluyor. Ondan avlanmayı dahası cesareti öğreniyor. Filmin sonunda, tek başına olduğu bir sırada karşısına çıkan pumaya av olacağını anladığında iki ayağı üzerine kalkıp pumaya bir baş tutuşu, kükreyişi vardı ki! Puma alenen korktu yavru ayıdan. “Gerisin geri dönüp gitti korkusundan” diyorduk ki meğer iki ayağı üzerinde dikilip kükremekteki yavru ayının arkasında yeni koruyucusu olan erkek ayı varmış. Pumayı korkutan da o imiş.

 

Tüm Dünya’da izlenen bu filmin de katkısı ile ayılara bakışımız ayıcıklardan ve kabalık ithamından öteye geçti. Defalarca da izledim doyulmaz bir doğa içerisinde çekilmiş bu filmi, televizyonda her denk gelişimde. Tıpkı Heidi çizgi filmine her rastladığımdaki gibi.  

 

Kış uykusuna çekilip, koca bir kış boyunca uyukladıklarına bakınca toplu ödeme seven canlılar izlenimi bırakan ayılar ile insanlar arasındaki sıkı dostluklar üzerine epeyce belgesele denk geldim. Çoklukla ormanda kaybolmuş ya da anneleri avcılar tarafından vurulup, öldüğünden korumasız halde öylece kalmış ayı yavruları, insanlar tarafından büyütüldükten sonra doğaya salıveriliyorlardı. Artık doğal ortamlarında olsalar da ne zaman kendilerini büyütenler ile karşılaşsalar alenen sevinçten çılgına dönüp, kendi usullerince oyunlar oynamaya başlıyorlardı onlar ile.

 

Çocukların gündüzleri ellerinde, geceleri başuçlarındaki tek oyuncakları ayıcıklar.  Hayat öyküsü film yapılan yani biyografisi çekilen canlılar, onlar. Kuzey kutbunun eriyen buzulları arasında artık kolayca av bulamadığından bir deri bir kemik kalsa da yavrusunu beslemek için yılmadan besin arayan bembeyaz tüylü kutup ayılarının bu halleri sıkça haberlerde, görsellerde. Köprüler ile özdeşleştirilen tek varlık, ayılar. “Köprüyü geçene kadar ayıya dayı de” denilse de ayıların an gelip nasıl da dayılık ettikleri Ayı filminde, annesi ölmüş yavru ayıya bakan erkek ayı tarafından tüm Dünya’ya gösterilmiş halde. Her şeyi yiyip tükettiklerinden bahçelere, kovanlara dadanmasınlar diye geceleri etrafa aydınlatmalı, zil tertibatlı düzenekler kurularak korkutulup kaçırılmaya çalışılan canlılar yine ayılar. Homurtuları aslında homurdanma olmayan tek canlı da onlar!

 

Ayılar doğanın yalnızca gurmeleri değil, bilenleri de. Biliyorlar. En başta da yaşanacak en güzel yerleri. Elbette doğaları bunu gerektirse de onların yaşadıkları yerler, aslında çoğumuzun yaşamayı düşlediği yerin ta kendisi. Bir yerde ayı varsa çoklukla orada deresinden çayına, nehrine dahası buzullu denize kadar her yanda su var demektir. Oysa sudan yana sıkıntılı yerlerde yaşayan canlılar, yağmur geciktiğinde, kuraklık uzun sürdüğünde göçe başlar. Susuzluğa dayanabilen hayatta kalır anca. Su sorunu yaşamayan canlıların başında ayılar gelir. Ayılar, doğanın koyusunda, besinin ballı balıklısı ile yaşayıp gider.

 

Diyeceğim, isterse havadan sudan her bahane ile birilerine “ayı” denilsin bu, yaşanılacak en doğru yönü, yeri gösteren ibrelerin, pusulaların ayılar olduğu gerçeğini değiştirmez!

(Her hakkı saklıdır)

Ayşei Yasemin YÜKSEL, 23.10.2023, 04:11

Paylaş :

İzleyiciler

En çok Okunanlar

Arsiv

Toplam da

Copyright © Acemidemirci