Dün, Bahçelievler'deydim. Hastane dönüşü. Eski semtimizde.
İki sene öncesine kadar oturduğumuz sokaklarda. Nisan'ın son günlerinden
birinde.
Nisan, dünyanın en geniş otoparkını andıran Bahçelievler’in yorgun
sokaklarını şenlendirmişti. Uzun ve çetin kışın ardından en taze en cılız
renkleriyle yapraklar, ağaçların dallarını bezemişti. Yaprakların taptaze
yeşili, coşkuyla açmış çiçeklerle gülümsüyordu.
Bu semtin tüm
sokakları gibi araba ile tıklım tıklım dolmuş ve koca bir otoparkı andıran bir
sokaktan Bahçelievler'in üst kısımlarına doğru ilerledim. Güngörmüş bu semt,
Nisan sabahında çoktan uykudan kalkmıştı.
İstanbul'dan mı getirildiklerini merak ettiğim erguvanlar
açmıştı Bahçelievler sokaklarında. Apartmanların bahçe demirlerinden coşkuyla
taşan erguvan çiçeklerini, sokaktan geçenler durup seyretmeden geçip gitmiyordu.
Kocaman ağaçlara dönüşmüş olanları da vardı erguvanlardan, komşu bahçelerde
yeni dikilmiş körpe fidanlar da. Belli ki baharda budanan ana erguvanın
dallarından dikilmişti daha genç fidanlar. Erguvanlar bana hep İstanbul'u
hatırlatırlar. Bahçelievler bu Nisan sabahı İstanbul’a erguvan rengi selam
gönderiyor uzaklardan sanki.
Daha geçen hafta İstanbul'daydık. Fıstık çamı, sarıçam,
erguvan ve çınar cenneti bu kentte birkaç tane at kestanesine rastlamıştık. At
kestaneleri de Ankara'nın bulvarlarının, caddelerinin vazgeçilmezidir,
İstanbul'un erguvanları gibi. Kavurucu Temmuz sıcağına az kala Haziran ayında yolların
şemsiyesi gibi çiçek açarlar beyaz ya da koyu pembe. Onların gölgelerinden
yürür Ankaralılar yazın. Sokak boyunca dizili yetişkin at kestanesi ağaçlarının
çiçeğe durduğunu görünce istanbul’da, Ankara ile İstanbul'un birbirlerine
erguvan ve atkestanesi ağacı hediye etmiş iki yakın arkadaş olduğunu düşündüm.
Leylakların da alımda, kokuda hiç kalırı yoktu erguvanlardan
Bahçelievler’in sabah mahmuru sokağında. Her bahçede vardı neredeyse dalları
çiçek dolu bir leylak ağacı. Bir ana kız, önce doya doya kokladı koyu eflatun
leylak çiçeklerini. Sonra da kız, bir dal koparmak için ısrar etti. Annesi
çekinir gibi yaptı beni görünce. Yanlarından uzaklaşmıştım ki bir dal çıtırtısı
duydum. Kırılır gibi. Leylak kokulu bir çıtırtıydı.
Bahçelievler semti, başkent Ankara'nın şehircilik planlamasına
uygun olarak kurulan ilk semtlerindendi daha yeni başkent Ankara’da. Evler ya
tek katlı ya da iki katlı olarak yapılmıştı; bahçe içinde ve müstakildi. O
yüzden adı Bahçelievler'di.
Kuş sesleriyle uyanırdı Bahçelievler sakinleri o zamanlar.
Bahçelerindeki ağaçların altında otururlardı yaz akşamları. Sabah kahvaltıları
orada yapılırdı. Oğlanın sünnet düğünü, kızın nişanı, kınası hep evin
bahçesinde olurdu. Bahçelerdeki yetişkin ağaçlara konan, yuva yapan kuşların
cıvıltısı duyulurdu tek, şimdilerde gün boyu dinlenen araba freni, klaksiyon
sesleri yerine.
Biçilen çimlerin, rengarenk güllerin, evin arkasındaki
ıhlamur ağaçlarının, kapı önündeki lavantaların ıtırıyla dolar taşardı hava.
Bahçe kokardı sokaklar, biçilmiş çim buruculuğuyla.Burcu burcu çiçek kokardı.
Ne egzoz kokardı ortalık şimdiki gibi ne de benzin.
Bahçelievler'in üstlerine doğru ilerlerken bir apartmanın
köşesine iliştirilmiş soluk, hayli eski bir tabela gördüm. Belli ki kırmızı
olan rengi yıllardır üzerine doğan güneşin altında solmuş. Mika görünümlü
tabela, keten kumaş gibi renk atmış zamanla. Karın, yağmurun rüzgarın hışmına
uğramış. Apartmanın etrafını çevreleyen beton çatlağında bitiveren ağacın
yeşillenen dallarının altından sessizce gözükmeye çalışan soluk tabela, yalnız
kalmışlık duygusunun tabelası gibi asılı duruyordu.
Tabelayı okumaya çalıştım. “Evim Tuhafiye”
“Ne kadar uzun bir zaman oldu bir tuhafiyeciye rastlamayalı;
nicedir tuhafiye tabelası görmedim” diye düşündüm. Yavaşlayıp, özlediğim çok
eski bir arkadaşımı görmüşcesine baktım eski tabelaya.
Uzun seneler sonra bir arkadaşınızı gördüğünüzde saçları
ağarmış, benzi solmuş olur ya onun, tabela da öyleydi. Yorgundu yıllardır
rüzgarda sallanmaktan; dolu tanelerince dövülmekten; yağmurda ıslanıp ıslanıp
kurumaktan. Karın, kış boyunca üzerinde buz tutmasından.
Tabelanın hemen altında, küçük bir sektede oturuyordu
tuhafiyeci. Elindeki gazeteyi okuyor, ara sıra da gelip geçene göz atıyordu.
Tuhafiyeler gibi gazete de kalmamıştı görünürde, elinde gazete okuyan da yoktu
işin aslında şimdilerde. Gazeteler yine okunuyordu da, kağıt kokusu duyularak
değil. İnternet kullanılarak okunuyordu artık gazeteler.
Gazete okusa da bir gözü yoldaydı tuhafiyecinin. Bir müşteri
gelsin de belki de henüz yapamadığı siftahı yapsın diye. Bana şöyle bir baktı o
ilk müşteri olup olmadığımı anlamak istercesine.
Tuhafiyeler, biz liseliyken her yerde görmeye alışkın
olduğumuz küçük esnafın ekmek kapılarındandı. Hazır elbise, pijama, çorap,
gömlek, yelek, hırka gibi şeyler satarlardı. Genellikle bir karıkoca tarafından
işletilirlerdi. Altında açıldıkları apartmanın, komşu apartmanların ve o
sokakta oturan kadınların, genç kızların uğrak yerleriydi. Alışveriş merkezleri
yoktu o zamanlar, tuhafiyeler vardı. Hastaneye yatacaklar oradan pijama alır,
öyle yatarlardı. Kısalan pijamalar da oradan yenilenirdi.
Tuhafiye dükkanlarının hemen yanlarındaki dükkan çoklukla bir
manifatura dükkanı olurdu. Manifaturacılardan fermuar, iğne iplik, nakış
ipliği, düğme, tığ, şiş, çıt çıt, sutaşı, tela gibi şeyler alınırdı. Onları da
karıkocalar işletirdi. Manifaturacı karıkocanın okula giden çocukları varsa
eğer onlar, okul çıkışı ya da hafta sonlarında anne babalarına yardım ederlerdi
küçücük dükkanda.
Mahallenin esnafıydı onlar. Kendi aralarında hep dayanışma
gösterirlerdi. Boş kaldıklarında dükkanlarının önündeki sektelere oturup sohbet
eder; bazen pulları şaklata şaklata, zara övgüler ya da sitemler yağdıra
yağdıra tavla oynar; canları sıkıldıkça birbirleriyle şakalaşırlardı. Koskoca
tüm hayatlarını kaplayan küçücük yaşam alanlarıydı o tuhafiye, manifatura,
terzi ya da kundura dükkanları. Ömürleri orada geçer giderdi mahalle esnafının.
Askerden döndükten sonra borç harç açtıkları dükkanlarında saçlarını ağartır,
sakalları o dükkana gelip giden mahallenin gözü önünde aklaşırdı. Oradan
kazandıklarıyla dükkan kirasını, ev kirasını, evin de dükkanın da faturalarını
öder; çocuklarını büyütür, okuturlardı. Birkaç metrekare dükkanda bir ömür geçer
giderdi böyle. O ömrü mahalle bilirdi; mahallenin gelmişini geçmişini, iyisini
kötüsünü de o dükkanlar.
Öğle saatlerinde bir tuhafiye ya da manifaturacıya
girerseniz, öğle yemeği için arka tarafta hazırlanan melemen kokusu gelirdi
burnunuza. Nadiren komşu esnaf pideciden pide getirtildiği de olurdu, o gün
satışlar iyi gitmişse. O zamanda kıymalı pidenin keskin soğan kokusu kaplamış
olurdu küçücük dükkanı.
Tüm bunlar gözümün önünde canlandı birden, tuhafiyecinin
rengi atmış tabelasına dalıp gitmişken. Kaç zamandır bir tuhafiyeci dükkanı
görmediğimden, duraksayıp doya doya bakmak istedim. Dükkan o kadar küçüktü ki kapının
hemen dışında, sokakta duran çiçekli, çizgili, puanlı, leopar desenli hazır
penye elbiseler asılı askı, dükkanın girişini de küçük cam vitrini de örtmüştü.
Bir sokak ötede yine bir eski arkadaşımı görmüş gibi oldum.
“Bahçeli Kundura Tamir Evi” yazan eski tabela, tuhafiye dükkanına arkadaş olmak
istercesine yıllara direnmiş, kapanmamıştı. Kundura tamir evine baktım özlemle.
Artık “kundura” demek bile kalmamışken kunduracı dükkanı çıkmıştı karşıma. Oysa
kundura tamiri yapan ufacık dükkanlar teker teker kapanmış yerlerine geniş,
şık, modern, gösterişli lostralar açılmıştı her yerde. Mahalle arasındaki bu
küçük, solgun yeşil harflerin uçlarının uzatılıp kıvrılarak yazılmasıyla
süslenmiş tabela gibi de değildi tabelaları lostraların. Afiliydi. Cafcaflıydı.
Işıklı tabelalardı lostralarınkiler. Kocaman harflerle, ışıl ışıl görünürlerdi
bol elektrik harcayarak.
Kundura evlerinin içi meşin kokardı, ayakkabı boyası, cilası
kokardı. Kunduracıların üzerinde genellikle meşin bir önlük olurdu, eskice.
Siyah renkli. Kalın, geniş tahtadan bir masa başında çalışırdı elleri boya
içindeki kundura tamircileri. Kesikler içinde olurdu masaları hep. Kimisi hayli
derindi kesiklerin. Bazen üzerine saplı bıçağımsı bir alet de görülürdü, masada. El kadar dükkanlarında pençe yaparlar, ökçe onarırlar, yırtık, sökük
tamir ederlerdi gün ışığı solana dek. Kunduracıların alın terlerinin tuzu
kururdu kesik, boya lekeli masada.
Kutularla dolu olurdu masanın üstü, duvardaki raflar. İçleri
boy boy çivi dolu. Kahverengi, siyah, bordo, bej, beyaz renkli ayakkabı
boyalarının teneke kutularının üzerinde yepyeni bir ayakkabı resmi olurdu illa.
Çekiçler duvarda asılıydı.
Cila kutularının yanında ciladan sonra ayakkabıyı parlatacak
bezler dururdu. Kundura tamircisi, yenileyip tamir ettiği ayakkabıları
parlatmak için cila bezini ayakkabının üzerine gerdirerek yayıp, ayakkabının
burnunun iki yanından bezi bir güzel çekiştirerek parlatırdı tamir ettiği
ayakkabıları. Kunduracının elinin değdiği ayakkabılar yanardı pırıltıdan.
Kunduracının eli de boyadan.
Mahallelinin ayakkabıları sıralanırdı yan yana, vitrin görevi
gören camın önünde. Tamire verilen ayakkabılar, hep tek olurdu çalınmasın diye.
Tek ayakkabı kimsenin işine yaramazdı çünkü.
Altı köseleydi o zamanlar ayakkabıların. Köseleler delinip,
ayakkabının altı açılınca perçine verilirdi kunduracıya. Perçin, biraz pahalıya
gelirdi sahibine.
Elleri boya içinde kalırdı kunduracıların. Meşine dönerdi
derileri. Duydukları tek parfüm de ayakkabı boyası, cilası kokusu olurdu.
İnsan sarrafı denecek kadar iyi tanırdı mahalle esnafı
insanları. Daha dükkanlarından içeri girmeden gözlerine bakınca anlarlardı karşıdan
gelenin nasıl biri olduğunu.
Bir de terzi tabelası gördüm, sıvaları dökülmüş, küçük, üç
katlı, bazı dairelerinde oturan olmadığı için camları kırık, pencereleri açık
bir apartmanın altında. Terzi, dükkanını çoktan kapatmıştı; ama tabelası hala
yerindeydi. O çok eski tabelada “Bizim Terzi” yazıyordu. Tanırdım bu terziyi.
Pantolonlarımızın paçalarını kısaltırdı okul yıllarımızda. Gündüz dükkanda,
gece evinde iğneyle kuyu kazarlardı karısıyla. İğnenin gözüyle kazandıklarıyla
üç çocuk okutmuşlardı. Zorluklar içinde okumuş o üç çocuğun her biri de çok
başarılı olmuşlardı hayatta.
Ufacık dükkandaki tek eğlenceleri, eski radyoydu terziyle
karısının. En çok Yurttan Sesler programını severlerdi. Bir de kanarya vardı,
terziye canyoldaşı olarak. Kanarya kafeste hapisti; terzi de bir avuç
dükkanında.
Senelerce Bahçelievler'den Kızılay'a inmeden, pantolon
dikerek çocuk okutan o terzi, mahallenin yüz akıydı. Çocukların her biri okuyup,
mevki sahibi olunca, hepsi de alanlarında isim yapınca; eskiden terziye
pantolon diktiren şimdilerde çoktan emekli bir zamanların mahalleli
yöneticileri, memurları, terzinin kapısını çalar olmuştu epeydir, kendi
çocuklarına bir iş bulması için.
Birkaç sokak sonra pısmış, sinmiş gibi duran artık tek tük
kalmış daha ne kadar dayanabileceklerini merak ettiğim bahçe içindeki iki katlı
müstakil evlerden gördüm, karşılıklı iki tane. Uzun uzun baktım onlara; çok
sevilen ağır hasta bir yakına bakar gibi. Yakında göçeceğini bildiğim bir ulu
çınara bakar gibi. “Sokağın tüm eski oturanları, böyle sade, şirin, bahçe
içinde, salataya doğranacak maydanozun hemen salata yapmadan önce bahçeden
toplandığı evlerini vaktiyle yıkmayıp, apartmana kurban etmemiş olsaydı, belki
Londra'da Victoria zamanından kalma evler ile dolu sokağın hevesle, merakla
gezildiği gibi Ankara'ya gelen turistlerin de gezecekleri ilk yerlerden biri
Bahçelievler'in bahçe içindeki iki katlı eski evlerle dolu sokakları olacaktı”
diye düşündüm. Egzoz kokusunun yerine çiçek kokusu solunacaktı; lastik
gıcırtısı, fren sesi yerine kuş cıvıltısı duyulacaktı bugün o sokaklarda. Elli
belki daha uzun bir zaman önce teker teker yıkılmaya başlanmıştı o bahçeleri
kuş cıvıltılı, komşuluğun capcanlı olduğu sokaklardaki evler.
Siyah ve beyaz; gün ve gece rengindeydi zaman. İki renkli
zaman, kıyıcıydı. Oysa kendi içinde nasıl da adildi zaman. Biri diğerini yok
etmez, kalıcı olarak yerine geçmezdi.
Zaman, mekana kıyıcıydı. Geceden sonra gün doğsa da, gün
batımının ardından ay daima çıksa da zamanın kendi akışında; mekanda yiten
esnaf, batan dükkanlar yeniden doğmayacaktı. Görülmeyeceklerdi bir daha, bu tek
tük tabelaların da inmesinin ardından birkaç yıl sonra. Onlar, zaman gibi iki
renge sahip değildi. Aklarını kaybettiklerinde karaya gömüleceklerdi. Günleri
bitip, gecenin siyahında temelli yok olup gideceklerdi.
Yerle bir olmuş bahçe içindeki müstakil evlerin yok oluşuyla
yitip gitmekte olan mahalle kültürünün son kırıntıları arasından geçerken nasıl
olduysa eskiden nasılsa öyle kalmış, hala ayakta; ama aksayan, daha fazla
direnmeye nefesleri kalmamış, solgun tabelalarını yenilecek kadar bile güçleri
olmayan o küçük; ama değeri büyük dükkanlara, mahallenin en değerli takıları
gözüyle baktım. Bu sokaktan bir dahaki geçişimde mahallenin ruhu, gözü kulağı,
adres sorulan ilk uğrakları olan o dükkanları yeniden görebileceğimden emin
olmadan.
(Her hakkı saklıdır)
Acemi Demirci, 28. 04. 2012
0 yorum:
Yorum Gönder