30 Ağustos 2018 Perşembe
29 Ağustos 2018 Çarşamba
27 Ağustos 2018 Pazartesi
Çiftlik Sahibinin Ölümü
Kuşların
cıvıl cıvıl öttüğü serin bahar sabahında uzandığı yatağında kalbi aniden duruveren
çiftlik sahibini uyandırmadılar. Çiftlik sahibinin öldüğü anlaşılınca bir
uğultu yükselmiş, feryatlar kopmuş, koşturmaca başlamıştı.
Çiftlik
sahibinin ölümü mutfaktan sebze bahçelerine, ahırdan kümese, seradan havuzlu bahçeye tüm çiftlikte hemen
duyuldu. Herkes bir köşede bu ani ölümü konuşuyordu. Kimisi çiftliğin başına kimin
geçeceği derdinde kimi de ölen sahibin karısı veya çocuklarından hangisi gelirse gelsin çırasının
yanacağı korkusundaydı. İyi adamdı çiftlik sahibi. Kime ne yaptıracağını bilir,
kimseden elinden gelenden fazlasını yapmasını istemez, yanına aldığı biri dik
başlı da olsa, tembel de olsa onu törpüleye törpüleye hale yola sokardı. Oysa karısı
kaprisliydi. Oğullarının kimisi çiftliği satmaktan yanaydı kimisi de babalarına
hiç çekmemişti.
Çilli
tavuk ortalıkta yemlenirken duydu haberi. Eğer evin kedisi, sahibinin ikinci
kattaki odasının altında ağlarcasına miyavlamasaydı hiç haberi olmayacaktı
belki; ama kediye sorası tutmuştu neden böyle dertli dertli miyavladığını.
Çilli
tavuk, diğer tavuklar gelmeden yerdeki buğdayları toplamaya çabalarken başını
kaldırıp kediye cevap vermedi. Ama içten içe söylendi. “Tabii üzülürsün. Az mı
tavuk ciğeri yedin. Yediklerinin bazıları civcivken kasaba kasabının aldığı benim
kardeşlerimin, kuzenlerimin torunlarının ciğerleriydi. Yarın biri “şu çilli
tavuğu kesin de haşlayın” dese sen mutfağın önünde dolanıp durursun. Belki
çilli tavuğun ciğerini biri bana atar da yerim umuduyla. Seni sinsi kedi, seni!
Biliyorum senin gözün tavuk ciğerinde. Hata benimkinde.”
Çilli
tavuğa dertlenen kediyi duyan bekçi köpeği, gözlerini kısarak hiç haz etmediği kediye
baktı. Kendisi çiftliği ne kadar koruyorsa, fırsatçı bu kedi o kadar kilere girmenin bir yolunu
beklerdi. Üstelik hiç kuş bırakmamıştı etrafta. Hatta evin hanımının torunu
için aldığı kanarya kafesten kaçmıştı da konduğu daldan yakalayıp midesine
indirmişti. Kanaryası acıkınca dönüp gelecek
sanan küçük kız, günlerce
pencerede beklemişti. Oysa bilmiyordu
yavrucak, akşamları dizleri dibinde dolaşan kedi, kanaryayı çoktan yemişti.
Kanaryayı
unutsun diye bir de saka aldıkları küçük
kız tam saka kuşuna alışmıştı ki saka kafesten kaçıverdi. Kedi hiç peşini
bırakır mı kafes kuşunun. Hemen düştü peşine.
Saka, kediyi görünce kaçtı. Kedi pusuya yattı. Saka yine gördü. Kedi bir
kez daha elinden kaçırdı. Sakanın konduğu dalın altında mola veren avcılar kuşu
görünce bıldırcın sandılar. Hemen doğrulttular tüfeği. Pat diye bir ses
duyuldu. Saka daldan düştü.
Kedi,
bekçi köpeğini görünce ahıra koştu. Yaşlı ineğin bacakları arasına saklandı.
Yaşlı inek de duymuştu çiftlik sahibinin öldüğünü. Üzüntülüydü. Kedi, ineğin üzüntüsünün sebebinin
geçen yıl çiftlik sahibinin oğullarından birinin ondan sucuk yapmak istemesi
olduğunu hemen anladı. Çiftlik sahibi karşı koymuştu bu isteğe. “Benim
hayvanlarımın hepsi de buranın birer unsurudur. Yumurtası, sütü için
beslenirler. Hiçbirinin etine muhtaç değiliz. Taze süt veriyor mu? Veriyor.
İşte o kadar! Ne kadar yaşarsa önüne yemini, samanını koyarım. O da bana süt verir.
Bu nasıl güzel bir buzağıydı biliyor musunuz? Herkes sevmeye gelirdi. Onu
ellerimle besledim, büyüttüm. Sucuk yemek isteyen kasabadaki kasaba
uğrayıversin bir zahmet” diyerek kestirip atmıştı.
Kedi,
bu kez de yaşlı atın ayakları altında dolanmaya başladı. At da pek keyifli
görünmüyordu. Onun da bir derdi olmalıydı. Anlardı nasıl olsa üç beş dakikaya
kalmaz. “Çok üzgünüm, çok yağız at. Sahibimizin ölümü beni çok sarstı” dedi
kedi. İstediği aslında yağız atı
söyletmekti. Yağız at, ağlarcasına kişnedi. Ön ayaklarıyla yeri eşeledi.
Gözlerinden yaş süzüldü. Hiç laf etmese de çok şey anlatıyordu hali. “Sen de
üzgüne benziyorsun yağız at” diye üsteledi kedi. Atın gözyaşları saman
balyasına düştü. “Asil hayvansın anladık da iki de laf et canım” diye söylenerek
koyunların ağılına yöneldi kedi.
Kazlar
pek huzursuzdu. Demek ki onlar da öğrenmişti çiftlik sahibinin ölümünü. Hemen
kümes teline yanaştı. O zaman anladı kaz kümesindeki çırpınmaların nedenini.
Kedi
usulca uzaklaştı kaz kümesinin yanından. Çiftlikte köpeğinden ineğine,
tavuğundan kazına can derdine düşmüşlerdi. Belliydi ki çiftlik sahibinin karısı
da oğulları da bunca zamandır yapmak isteyip de fırsat bulup yapamadıkları şeyler için
kolları sıvamışlardı. Hep bekledikleri gün gelmişti sonunda. Belki
herkes kendi istediği olsun beklerken bir diğerinin istediğini istemeyecek böylece
aralarında gürültü kopacaktı. Çiftlik, bu
sabahtan sonra eski haline hiç
benzemeyecekti belli ki. Nasıl çiftlik sahibinin karısı ve oğulları çiftlik
sahibine hiç benzemiyorsa bundan sonra çiftlik de eski çiftlik olmayacaktı
elbet. O zaman…
Kedi,
işte o zaman oranın tadının tuzunun kalmayacağını anladı. Çekişme, gürültü,
çatışma olan bir yerde barınılamazdı. Çekişme de çatışma da kimsenin işine
yaramayacak şeylerdi üstelik. Tabii epeydir bu çiftliği almaya çalışan komşu
çiftlik sahibi dışında.
Ayşei
Yasemin YÜKSEL (Acemi Demirci),
11 Ağustos 2014
Zengin Babalar ve Oğullar
Oteller,
fabrikalar, hanlar sahibi, kuru yemiş, meyve toptancısı Akşit, Avrupalarda
okuttuğu, Japonca, İngilizce, İspanyolca bilen, otuzunu geçmiş, evlenmekte hiç
gözü olmayan oğlu Berk’ten dert yanmaktaydı şu sıralar, haftada en az bir kez
arayıp görüştüğü Erol’a.
Berk,
altı aya kalmadan arabasını değiştiriyor, ayakkabıdan gözlüğe tüm eşyalarını
yurtdışından alıyor ya da sipariş veriyordu. Kendisinin gece gündüz çalışıp tatil
yapmadan kurduğu her şeyin tadını, her günü tatil gibi geçiren mirasyedi oğlu
fazlasıyla çıkarmaktaydı. Ah, bir evlense barklansa, adam olsa, işlerin başına
geçseydi Berk!
Akşit,
oğlunun baba parasıyla sürdüğü sorumsuz
hayata baktıkça tırnaklarıyla kazıya kazıya
bugüne gelmiş Erol’u daha bir sever olmuştu. Vaktinde hayli varlıklı bir
babanın oğlu Erol, tüm mallarını babasının har vurup harman savurmasıyla hayatı
çok erken tanımış biriydi. Hem zenginliği biliyordu hem de o zenginliğin bir
anda elden kayıp gideceğini. Akşit işte Erol’u bu yüzden çok seviyordu.
Mirasyedi olması gerekirken sıfırdan başlamış biri olduğundan.
Erol, Akşit’in lafa girmesini, konuyu açmasını
bekliyordu: Gecikmedi de zaten Akşit.
-Erol,
bizim oğlan canımı çok sıkıyor.
-Neden?
-Hala
bir baltaya sap olmamakta ısrarlı. Ne işin başına geçmeye hevesli görünüyor ne
de bir akşam bizimle olsun masada yemekte. Ha bire orada burada geziyor. Bu
yaştan sonra nasıl iş öğrenecek, nasıl evlenip aile kuracak! Canım çok sıkkın.
-Berk
ile bu konuyu konuşmuşsundur sen Akşit
amca, değil mi?
-Defalarca
konuştum.
-Hııımm,
dedi Erol. Bakalım ne söyleyecekti bunun arkasından Akşit amca.
-Hıımm,
dedi yine Erol.
-Erol,
Berk ile bir de sen konuşsan. Berk’i bu akşam yemeğe çağırıp konuşmanı
istiyorum, hemen. Seni çok sever. Dinler. Akıl ver biraz. Babandan bahset.
Malın mülkün başında durulmazsa elden gideceğinden bahsetsen.
-Konuşurum
Akşit amca da o kim bilir nerelerdedir.
-Şu
sıra buralarda. Annesi biraz rahatsız, bir yere ayrılmamasını istedi. Zor duruyor;
ama duruyor. Ben eve gelir gelmez de dışarı fırlıyor. Şimdi sen Berk’i ara,
akşam yemekte görüşün, yarın da sabah kahvesine
buyur. Ne konuştunuz bana anlatırsın.
*****
Beş
saat sonra. Antalya’nın en güzel restoranlarından birinde karşılıklı
oturmaktaydı Erol ve Berk.
-Berk,
nasıl geçiyor günler, keyfin nasıl, diye sordu
Erol.
Keyfi
gayet iyiydi Berk’in. Keyfini bozan tek şey annesi ile babasının Allah’ın her
günü evlensin, işlerin başında olsun diye kafasını şişirmeleriydi. Oysa fabrikanın onca çalışanı vardı. Babası işlerin başındaydı.
Sabahtan akşama dek sıkıcı iş ortamında deri koltuklu bir masa başında boğulmuş,
klima ile serinlemekten sıkça hasta olacağı işyeri odasında ne yapsındı.
Yapacağı olsa olsa birkaç toplantıya katılıp uykusu gele gele dinlemek, imza atmak
olacaktı. Onu da çalışanlarla babası yapıyordu zaten. Telefondan ya emirler yağdıran
ya da kendilerine denilenlere “hay hay”,
“olur”, “öyle yapmasak zira son gelişmeler gösteriyor ki” gibi sözler söyleyen ciddi
suratlılarla dolu bir ortama gömemezdi gençliğini.
Erol,
bol paralı sorumsuz hayatın keyfini tatmış Berk’in sözlerini dikkatle dinlerken eğer kendi
babası onca malı batırmamış olsaydı bugün kendisi ne yapardı diye düşündü bir an. Sonra
ciddi bir ifadeyle Berke’de dönüp aklındakileri söyledi.
*****
Saat
on bir olmadan sabah kahvesi için Akşit beyin odasındaydı Erol. Suratı asık Akşit,
kaşlarını çatarak, “n’aptın sen Erol? Ben, bizim oğlanı yola getir diye ricada bulundum senden; sen nasıl istiyorsan
onu yap. Evlenmek istemiyorsan evlenme. Doğru zaman değil demek ki” demişsin.
Oldu hiç Erol?
-Anladım
Erol, dedi Akşit bey. Çatık kaşları düzelip, yüzünde muzip bir gülümseme
belirirken.
Bir
buçuk saat sonra Erol, kaçıncı bardak olduğunu bilmediği çayını yudumlarken Akşit
beyin oğluna çıkarttığı ek kredi kartlarından kaçıncısının iptali için
kaçıncı bankaya telefon açışıydı sayamamıştı. Ama Akşit bey, aklını kurcalayıp duran konuyu, Erol’un
kendince yöntemiyle yol gösterip, yardımcı olmasıyla halletmekteydi. Berk, parasız kalınca
eğlenemeyecekti. Birkaç yıla kalmaz evlenirdi de. Kendi isteğiyle.
(Her
hakkı saklıdır)
Ayşei Yasemin YÜKSEL (Acemi Demirci)
15.12.2017
“HEY HEY!”ler
Sevinince,
geçmişi yad edince, uzaklara baka baka bağırırken, haykırışımızı duyurmak
istediğimizde, duyulmak için, naralanıp bir de heyi heyytt’e çevirip küçük
dağları ben yarattım havalarına bürününce şarkı desen değil, merhaba desen değil, sitem
hiç değil bir sesleniş hey.
Bazen
kimisi esip tozutur, bildiğiniz heyheylenir. “Heyheyleri tutmuş” denilir
öylelerine. Aslında herkesin hey heyi tutmuyor mu bugünlerde, biraz biraz? Hey heyli türküler tutturmadan hem de. Surat
asarak; belki esip gürleyerek. Öyle yağmasan da gürle tonunda da değil elbet…
Kırıp dökerek…
“Şey”
sözcüğü kadar kullanılmasa da “hey” sözcüğü de kelimeler içinde anahtardır bir
anlamda. Şey gibi olur olmadık her şey yerine kullanılmaz hey, çünkü
nesneleşemez. Sesleniştir. Hem de ne sesleniş! Sesin tınısından kah gönül
okşayanı kah gönül kıranı oluveren
kestirmeden bir anlatımdır. “Hey, bana bak!” diyen biri, “sağım solum belli
olmaz, sabrım fazlasıyla taştı” demek istemektedir.
Bir
günaydına, bir günaydını çok görenin hey
heyleri tutmuş olabilir o sabah. Kimisi de selama sabaha öylesine bir karşılık
verir, güya. Somurtkan mı somurtkan, buz kesmiş bir yüzle
milimetrik nicelik içinde hafifçe başını eğerek. Gülseniz mi bu selamlayışa yoksa üzülseniz mi
onun haline, size kalmış. Saplantılara
batmış kimisi de çıkar uzak bulduğu birine selam verenlere “ona niye selam
verdin?” diye hey heylenir. Zaten doğası öyledir onların, tutaraklı… Çünkü saplantıları
doğrultusunda tek onun selamladığına
selam verilmeli, üstünü kırmızı kalemle çizdiği herkes görmezden
gelinmelidir. Ama konuşurken hey heyleri tatile çıkar. Bir insancıl kesilirler,
bir insancıl. Ta ki nasırına basana dek. Nasıra basmak, gelin olunca kokusunu
kırk gün saklayan sarımsağın, sarımsaklığını hatırladığı kırkıncı güne eşdeğerdir.
Bir
de heyamola var. Gemici dilinde. Biraz daha çetrefilli, alengirli bir hey, bu
hey. Çektikleri şeyler için bir ağızdan gemicilerin “hadi, bir gayret” anlamlı
nidaları. Hey, ortamına göre değişebilen, yorumlanabilen bir sözcük bu durumda.
Yani doruklarda haykırırken hey, üç harflik kısacık bir sözcük. Yüce dağlara kafa tutuyormuş gibi olmamak için
sanırım. Ufka sınır sulara, enginlere bakarak söylenirken deryalaşıp heyamola
oluveriyor. Bıçkın yürüyüşlü, çarpık gülüşlü, bitirim edalıların ağzında daha
bir farklılaşıyor, heyt bu defa…
Tüm
heylere bir “hey” demeli o zaman. Sevincin, öfkenin, “du bi, bak ne
söyleyeceğim”in kısaltması, 15’inde askere gidenlerden gemicilerin “ha
gayret”ine dek sesleniş olan heylere. Yankı bulsun isteyerek.
(Her
hakkı saklıdır)
Ayşei
Yasemin YÜKSEL (Acemi Demirci), 31.07.2018